27 Ocak 2011 Perşembe

Amasya'nın Bar Dağı

   Amasya’nın bardağı, bir olmadı bir daha” Beklenmedik bir kararın karşısında, “sadece o mu var?”, o işin veya o kişinin ikinci bir alternatifinin de olduğunu ifade etmek için kullanılan bir deyimdir. Sözlük anlamı "Ele geçirilmeyen veya kaçan bir şeye üzülmek boştur çünkü her zaman benzeri sağlanabilir" şeklinde ifade edilmiştir.
   Amasya’da yaygın olarak kullanılan bu deyim, edebiyatımızda da sık sık işlenmiştir. Bazı yazarların makalelerinde, hikâyelerinde, muhabirlerin magazin haberlerinde “Amasya’nın bardağı” şeklinde anlatmak istedikleri olumsuzlukların mutlaka bir çözümünün olduğu sonucuna atıfta bulundukları görülmektedir.
 Amasya’nın bardağı, bu olmazsa öbür dağı” veya “Amasya’nın bardağı, bir olmadı bir daha” gibi söylenen deyim nerden çıkmıştır? Gerçekten bu söylenen “bardak” çam ağacından yapılan toprak testinin benzeri olan ağaç testi mi?. Yoksa Amasya’nın etrafını saran dağlardan biri olan  Bar Dağı” mı?
xxx
  Amasya’ya dışarıdan gelen yabancıların ilk dikkatini çeken Amasya Kalesi’nin  cephesini kaplayan Kral kaya mezarları (mağaralar) ve hemen onun altındaki Kızlarsarayı olur. Osmanlı döneminde faal durumda olan Kızlarsarayı, buradaki yaşayış sürekli dikkatleri üzerine toplamıştır. Bu mekânın tam karşısında Çakallar mevkiinin hemen üzerindeki Vermiş Köyü yolunda yükselen dağa da Bar Dağı adı verildiği şeklinde eskilerin konuşmalarında rastlıyoruz. Bunu doğrulayacak bir yayın da bugün elimizde mevcuttur.
  1949’da Amasya’da Saraydüzü’nde askerliğini yapan ve kendisini  Komünist Mühendis Çavuş” olarak tanımlayan Burhan OĞUZ hatıralarını topladığı “Yaşadıklarım, Dinlediklerim” isimli kitabının 203. sayfasında Amasya Bar Dağı’nın zirvesinden çektiği panoramik bir fotoğrafına da yer verdiğine göre “Bar Dağı” o tarihlerde hâlâ bilinen bir yerdir.

“Amasya’nın Bar Dağı”
   Nafiz YETKİN (Rahmetli) Beyefendinin evinde yaptığımız sohbetler arasında yaşlılardan dinlediği bir hikâyeyi aktarmış ve “Amasya’nın bardağı değil evlât, orda söylenen Bar Dağı”  demişti. Anlatılanlar mantıklı gelmişti bana. Yıllar önce bir yazımda bu bilgileri paylaşmıştım okuyucularımızla. İlginizi çekeceğini ve bir yerlere not olarak alacağınızı umut ederek bir kere daha sütunlarımıza alıyorum.
Hikâye bu ya…
  Eskiler anlatır, Amasya’ya akşam saatlerinde yolu düşen iki yabancının bütün dikkatleri Kral kaya mezarlarına çekilmiştir. Akşamın alaca karanlığında bir başka heybetli görülmüştür mağaralar. Meraklarını gidermek için Kızlarsarayı’na tırmanan gençler, yorgunluklarını gidermek ve şehri yukarılardan seyretmek maksadı ile bağdaş kurup otururlar.   Bir güzel şehri seyrederken karşı yamaçlardan,  kulaklarına, bir ara ince saz nağmeleri ulaşır. Aşağılara doğru yayılan saz ve raks sesleri arasında genç kızların kahkahaları yabancıların ilgisini fazlasıyla çeker. Meraklarını yenmek için oyun ve neşenin yayıldığı karşı yamaçtaki dağa kadar çıkarlar. Eğlencenin yapıldığı bağ evinin bahçesine yaklaşırlar fakat yabancılar genç kızların neşeli kahkahalarının yayıldığı eve yaklaşmak bir kenara bahçeye bile yaklaştırılmazlar. “Bizim âdetimizde erkekler seyredemez. Buradan savuşun hemen” diye kovulurlar.
   Duruma sinirlenen iki gençten biri, diğer arkadaşına  sitem dolu bir şekilde “Amasya’da dağ mı kalmadı?, Bu dağ olmazsa öbür dağı. Bizde buna inat karşı ki dağdan  seyrederiz der.
  İşte yüzyıllardır Amasya anlatılırken ve olumsuzlukla karşılaşılması halinde bunun da bir alternatifi var” anlamında söylenen “Amasya’nın bar dağı, bu olmazsa öbür dağı darbımeseli günümüzde farklılaşarak “Amasya’nın bardağı, bir olmadı bir daha şeklini almıştır.


KAYNAKLAR:
- H.Menç, Tarih İçinde Amasya, 2000,
Resimler: Mehmet Bal
-Amasya Gravürü ; Z.Clark 1822

"Her çamdan bardak olmaz" veya "Eski çamlar bardak oldu"

   “Amasya’nın bar  dağı, biri olmadı bir daha" deyiminin, su gibi sıvıları içmek maksadı ile kullanılan mutfak eşyası olmadığını Amasya’da yükselen çok sayıdaki dağlardan birinin adı olduğunu yazmıştık. Bu deyimde veya darbımeselde zikredilenin “Bar Dağı” olduğunu ifade ettik ama dilimize yerleşen bu “Amasya bardağı” denildiğin de akla gelen “bardak” nedir?
   Eskilerin sofralarında, bağ bahçe ve tarlalarında çalışırken yorgunluklarını atmak ve serinlemek maksadı ile içtikleri buz gibi suyun saklandığı çamdan oyulan testiye verilen isimdir. Yüzyıllardır tadı damaklarda kalan suları içinde buz gibi soğutarak muhafaza etmişlerdir.
  Çam ağacından bardak yapımı
   Çam bardağının yapılışları da ilginçtir.
Kullanılan araç ve gereçler: Nacak veya balta, Eğdi, Bıçkı, Keser, Burgu, ve demir çubuk.
   Her çam ağacından bardak olmaz. Karaçam ağacının iki budak arası seçilir. Çam yaş iken kesilir. Dış kabukları yontulur. Kesilen çam gövdesi, ağaç mengeneye sıkıştırılır. Oyma işlemi bardağın altına gelecek bölümden başlanır, kapak açılır. Eğdi adı verilen bir bıçakla içi oyulmak suretiyle genişletilir. Belli bir genişliğe oyma tamamlanır. Yuvarlak şekilde hazırlanan alt kapağı su sızdırmayacak şekilde yerine oturtulur. Bıçak ve testere yardımı ile bardağın üst kısmı belirlenir. İmbikler oturtulur, her iki tarafında, testiyi kaldırmak ve bir yerden diğer bir yere taşımak için kulplar açılır. Açılan kulpların sağlam olabilmesi için de dağlama işlemi yapılır.
  “Amasya bardağı”nın yapımı, aralıksız çalışılması halinde sekiz saatte tamamlanabilmektedir.
Kullanımı
   Amasya Bardağı, içme suyu taşıma ve soğuk şekilde muhafaza etmek için kullanılır. Büyüklüğüne göre 3 veya 5 litre suyu muhafaza eder. İçindeki suyun lezzetini ve ısısını değiştirir. Pişmiş toprak testilerin verdiği soğukluğu sağlar. Kırsal köylerde en çok tercih edilmesi, kendi imkanları ile imal edilmesi, kullanımı ve uzun ömürlü olmasına bağlanmaktadır.
  Genellikle tarlalarda çalışan aile bireylerinin soğuksu ihtiyacı merkep veya at sırtına bağlanarak taşırlardı.
  Halk kültürümüzde
 Amasya bardağı yaygın olarak kullanıldığı kırsal kesimlerin vaz geçilmez ev eşyaları arasında yer alır. Bağ-bahçe, tarla da çalışan reçberlerin soğuk bir bardak su içmeleri için yanlarından ayırmazlar.
  Amasya’da elde ettiği ünü halk ağzında yoğrulan deyimlere, genç kız ve delikanlıların dillerinde mânilere kadar uzanmıştır.
Edebiyatımızdaki yeri
  Amasya bardağının konu edildiği bazı deyimlerde halk arasında söylenmektedir.
  Kocasının hanımına ilgi göstermemesi karşısında kadınların kocalarına karşı kullandıkları bir dertlenme biçimindedir. Bu deyimlerden biri şu şekildedir.
Sitem:
“Zilli eşeğe bindirip Terzi Hamamı’na mı götürdün?
Çam bardağından, su mu içirdin?”

Mâni
Amasya’da bardak var
Kız evinde çardak var
O kız benim olunca
Evliyaya adak var

  Bardağı konu alan bu manimizde de genç bir delikanlının beklentileri dile getirilmiştir;

Atasözlerimizde
“Her çamdan bardak olmaz”
“Eski çamlar bardak oldu”
Devir değişti, eski tutumların değeri kalmadı anlamında kullanılmaktadır (Türkçe Sözlük, TDK, 2005, s. 651)

 Yanlış bilinen atasözü olmuş
“Eski çamlar bardak oldu”
Atasözümüzün son zamanlarda yanlış kullanıldığı özellikle gençler veya entelektüeller arasında yaygınlaştığını görmekteyiz. Fakat genç nesil, özellikle de artık tarım toplumundan uzaklaşarak sanayi ve teknoloji toplumunun bir parçası olmuş kesimler bardak kelimesini duyunca çam kelimesiyle ilişkisini kuramayıp bir tereddüt geçirmiş olmalılar. “Eski çamlar bardak olmaz, galiba eski camlar eritilip bardak yapılır”, mantığıyla hareket ederek kendince yeni anlamlandırmalar yapılmaktadır.  Bu itibarla  Eski çamdan bardak olmaz” şeklinde ifade edildiğine rastlıyoruz. Hatta bu yanlışlıkları kitap ismi biçiminde kullanan yazarlar da mevcuttur. Cahide Günay’ın 2008’de “Eski çamdan bardak, Eski kocadan dost olmaz” isimli denemeler üzerine bir kitabı çıkmıştır. Hatta “çam” kelimesini “cam” şeklinde telaffuz edilip yazıldığına da şahit olunur ki, her iki örnekleme de yanlıştır.
Sözlük anlamı
 Atalarımız yüzyıllardır bu kelimeyi iki anlamda kullanıyordu:
1. Testi. (Desti)
2. Su bardağı.
  Eski Anadolu Türkçesinde, Kıpçak-Kuman Türkçesinde, Harezm Türkçesinde ve Osmanlı Türkçesinde kelimenin “bardak" ve "bartak” biçimlerine rastlanmaktadır. Köken bilimciler bardak kelimesinin bart ismine +ak isim yapma eki getirilerek yapıldığı konusunda hemfikirdir. Kelimenin kökeni olan bart, Kaşgarlı’nın meşhur sözlüğü Divanü Lügati’t-Türk’te “su bardağı” ve “akıcı nesnelerin ölçüsü” gibi iki anlamda geçmektedir. Bardak kelimesi Osmanlılar döneminde Türkçeden Bulgarca, Sırpça, Rumca ve Arapçaya da girmiştir.
  Anadolu ağızlarından toplanan kelimelerden oluşan Derleme Sözlüğü’nde “bardak” kelimesine verilen ilk anlam “Toprak testi, küçük testi”dir
Kelime bu anlamıyla ülkemizin birçok il ve ilçesinden tespit edilmiş olarak sözlükte yer almaktadır. Kelimeye verilen ikinci anlam ise “Çamdan yapılmış su testisi”dir. Bu anlam da birçok il ve ilçede kullanılmaktadır. Ayrıca kelimenin bardah, bardag gibi kullanım biçimleri de bulunmaktadır.

Başımıza vâli diye biri geldi, tavuklara bile rahat yok

     Isparta valisiyken 1 Temmuz 1956’da Amasya Valiliğine atanan Mehmet Varinli, 1958-1960 yılları arasında da aynı zamanda Belediye Başkanlığı yaptı. 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesinin ardından 30 Mayıs’ta bu görevinden ayrıldı.
    Mehmet Varinli, Amasya’da bayındırlık çalışmaları yanı sıra çevre ve genel sağlık konularına son derece önem vermiştir. Çevre temizliğini de oldukça ehemmiyet veren Vali, çeşme başlarında çamaşır yıkanması, sokaklara başıboş hayvan bırakılmasını önledi. İl içinde kahvehanelerde kâğıt oyunlarının yasaklanması, esnafın iş yerlerinin dışına mal ve ürün çıkarmasını engelleyen radikal kararlar alıp uygulamaya koymuştur. Uygulamalarının yerine getirilip getirilmediğini de bizzat kendisi erken saatlerde cadde ve sokaklarda gezerek denetlemiştir.
  Vali eşine ceza
  Valinin aldığı tedbirlerin  teftişi, halk arasına girerek bizzat görülmesi, dilden dile ve kulaktan kulağa yayılıyordu.
  Bir gün valilik makamında Belediye Zabıta Amiri Yusuf Kenan ÖZALP’ı çağırttı. O vakitlerde Vali aynı zamanda Belediye Reisliği görevine de bakıyordu.
   “- Bugün evden çıkarken gördüm. Eşim Vali Konağı yanına çöp dökmüş. Gidip kapıyı çalacaksın, kendisine ceza yazacaksın, parayı da hemen tahsil edeceksin”
  Zabıta Amiri, belki bir yanlışlık mı oldu diye soracak gibi olunca
    “- Hayır yanlışlık yok, bizim evden dökülmüş” diye ısrarcı olup hemen verilen görevin yerine getirilmesini istemişti. Zabıta Amiri fazla zaman geçirmeden yanına aldığı iki zabıta memuru ile beraber Vali Konağı’nın kapısına dayandı. Çevreyi kirletmekten ötürü Vali hanımına 5 lira ceza kesilip karşılığı da peşin tahsil edildi.
Olay kısa zamanda Amasya’da duyuldu. Bu ceza kesme uygulaması Amasya’nın temiz ve düzenli tutulmasında çok etkili oldu
  Vali’nin kendi eşine bile ceza kestirmekten çekinmemesi şehir de önemli bir hadise olmuştur. Hanımefendiye bile ceza yazdırmaktan geri durmayan bir vali, kimbilir yasaklara uymayanlara müsamaha eder miydi?

"Tavuklara bile rahat yok"
  Vali bir sokak aralarında yaptığı gezinti sırasında yaşlı bir kadını evinin önünde ve tavuklarının başını beklerken görür.
   “-Hayrola nine, sabah sabah ne yapıyorsun?”
  “-Ne yapayım oğul, başımıza vali diye biri geldi. Tavuklara bile rahat yok. O görmeden, tavuklara bir hava aldırayım dedim.”
   Vali yaşlı kadının sırtını okşayarak
  “- Haklısın nine, haklısın ama; yine de Vali görmesin, hadi sen içeri gir” demiş.

“Vali görmeden bitireyim dedim”
   Vali Varinli, sokak denetlemelerinin birinde çeşme yalağında çamaşır yıkayan bir kadına rastlamış ve 
  “- Bu saatte ne yapıyorsun?” diye sormuş
  “- Sorma evlât, bir vali gelmiş, çeşmelerde çamaşır, bulaşık yıkanmasını yasaklamış. Ben de erken davranıp o’na görünmeden işimi bitireyim dedim.”
   Vali kendisini tanıtmadan;
   “-Sen gene de çamaşırını burada yıkama, belli mi olur. Birileri seni valiye söyler” demiş ve sokaktan
uzaklaşmış.

Zabıta Amiri, annesine de ceza kestirdi.
  Böylesi bir tedbir çevre temizliği açısından etkili olmuştur. Bu uygulamaya Zabıta Amiri Yusuf Kenan ÖZALP kendi annesinin Makbule hanımın Pirinçci Mahallesi No 15’deki evlerinin kapı önüne çöp kutusunu vakitsiz çıkarmasından dolayı Zabıta Memuru Muzaffer Bey’e ceza yazdırmıştı. Oğlu  Yusuf Kenan Bey’in Vazifesine son derece disiplin içerisinde yerine getirdiğini çok iyi bilen Makbule hanım, kendisine yazılan ceza makbuzunun affının olamayacağından, Zabıta Memuru Muzaffer’e
  “-Bu cezayı oğlum benim adıma yatırsın” diye vererek, Belediye’ye göndermişti.  (1) 



(1)- Belediye Zabıta Amiri Yusuf Kenan ÖZALP’ın oğlu Yalçın ÖZALP’ın hatıralarından



Başımızdaki şapkalar

  Bizim orta okul dönemlerinde öğrencilerin okula devam ettiği günlerde şapka takma zorunluluğu vardı. Subay şapkasına benziyordu. Terek üstünde sarı teneke parçasından çelenk ve çelenk üstünde ay yıldız vardı. Fiyatına göre kalitesinin değiştiği, şapkayı giyene ayrı bir değer kazandıran kalıplı olanlarına gıpta ile bakılırdı. Bu itibarla şapka içinde naylon koruyucu ile dikilen etiketi önemliydi. Bu etiket ve koruyucuları kimlik görevini yapıyordu.

Her okulun şapka şerit renkleri değişikti.
   Şapkaların terek üzerini, her okula göre değişen şerit çevreliyordu. Kırmızı, lacivert, beyaz, siyah  ve yeşil şeritli olanları vardı. Bizim şapka şeritleri kırmızıydı.
    İlkokulu bitirenlerin büyümenin tescili olarak heyecanla taktığı, ikinci sınıfta tekleyen, üçüncü sınıfta ise takmamanın bir ayrıcalık olduğu kanaati taşınırdı.

Kız öğrencilere neden zorunluydu, anlamak da zordu
   Bütün öğrencilerin zorunlu halde taktıkları şapkaların ilginç olan tarafı, erkekler taktığı gibi kız öğrencilerin siyah önlük ve beyaz yakalık ile birlikte aksesuarlarını tamamlayan şapka takmasıydı. Erkeklere ne derece yakıştığı tartışılsa da, kızların takmasındaki disiplini anlamakta hâlâ zorluk çekiyorum.
   Kız öğrencilerin okul dışında taktıkları pek vâki değildi ama, erkek öğrencilerin üzerinde okul kıyafetinin alameti gibi baş üstünde taşıma zorunluluğu vardı. Eğer pantolon, ceket gömlek ve gömleğin iki yakısını ip bağlar gibi tutan kravatın varsa, mutlak suretle başında şapkan olacaktı. Çarşı, pazar veya sokakta karşıdan gördüğün öğretmene bütün ciddiyetinle mevcut olduğun okulun öğrencisine yakışır bir asalette selama hazırlanırsın. Rastladığın öğretmenine “asker selâmı” vererek geçeceksin. Öğretmen bey / hanımefendi lütfederse gülümseyerek veya bütün despotluğu üzerinde taşıyan bir otoriter edasıyla selâmı alırdı.

Eğer başında şapkan yoksa…
   Eğer başında şapkan yoksa ve de rastladığın öğretmen Türkçe öğretmenlerinden Hüseyin PELİTLİ, seni şapkasız gördüyse işin var demektir. Ertesi sabah okul bahçesinde her sınıf ayrı ayrı sıraya geçtiği vakit, Türkçe Öğretmeni Hüseyin Pelitli, elini pantolon kemerinin üzerine koyar“dayı gibi  asılır, isim isim ve şahsen tanıdığı öğrencilerden şapkasız görülenleri duvar üzerine çıkarırdı. İşte bu duvar üzeri mankenler geçidi gibi dizilen öğrenciler “şapkasız dolaşmaktan” ötürü cezalandırılmaya hazırdılar. Bu cezalandırma kimi zaman “Kulak yumuşatma” kimi zaman “ beyin ve mide oturtması” veya “ Pelitli tokadı” olurdu.

En güzel şiiri de o okurdu…
  Hüseyin Hoca’yı sadece şapka operasyonuyla değil de bir de “Anebella” şiirini okuyuşu ile hatırladığım da; eski günlerin duygusallığı içinde kaybolurum. Ne güzel de okuyordu Hüseyin Hoca denizkızı “Anebella”yı…

Kasketler birden bire çekildi hayattan
  O öğrencilik yıllarında, başımızın üzerinde özenle ve korku ile taşımaya çalıştığımız, diğer zamanlarda koltuk altında taşırken bile endişe duyduğumuz şapkalara ne oldu da birden bire ortadan kalktı… 
Hiç farkında olmadık…

O kadar cezalar boşuna mıydı?   
   Cezalandırılmanın sebepleri arasında birinci sırayı alan erkeklerin “uzun saçlı” kızların “bakımsız saçlı” olmalarından sonra ikinci sırayı işgal eden “şapkasız dolaşmak  veya “ şapkayı koltuk altında taşıma” suçları geliyordu.
   Şapkasız dolaşmaktan cezalandırılanlarımıza şimdi tebessümle bakıyorum. Biraz dumanlı biraz sisli hâtıralarımın arasında gözlerimin önünden geçerken;
“ - Biz erkeklere şapka zorunlu tutuluyordu da, kız öğrencilerin derdi neydi?” demekten kendimi alamıyorum.
    Her değişen ciddi alışkanlıklarımız hatta geleneklerimiz yıllar sonra kara mizah gibi geliyor insana. Yaşandığı zamanda korku veren haller, aradan geçen onca yıldan sonra gülünç geliyor.
Sahi, şapkasız dolaşıldığı için disiplin altında tutma cezalarını boşuna mı aldık…?

Yalan yanlış bilgilerle dolaşanlar var

Mustafa Kemal Paşa, 12 Haziran'da Belediye Konağı’na gitti mi?

   Bazı yazar ve kişiler, Mustafa Kemal’in Amasya’ya geldiği zaman, Belediye Konağı’nda halka hitap ettiğini ileri sürerler. Oysa buradan halka hitabı mümkün değildir. Zira o tarihte konak inşaat halindeydi.

   Bazı yayınlarda 9. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa’nın Amasya’ya geldiği vakit doğrudan doğruya Belediye Konağı’na gidip Belediye’nin balkonundan halka seslendiği yazılmıştır. Eli fırça tutan biri de birkaç yıl önce yaptığı hayal ürünü tabloda Atatürk’ü camsız penceresiz balkondan halka hitap eder vaziyette resmetmiştir. Bununla da yetinmeyip yanlış bilgileri inatla “bilmem kaç kurşuna İstiklal Marşı” gibi benzer bir isim verdiği kitabında da ısrarla sürdürmüştür. Verdiği veya aktarmaya çalıştığı bu bilgiler doğru değildir. Çünkü Belediye Konağı o tarihte inşaat halindedir. Söz konusu tarihten dört yıl sonra zamanın Belediye Reisi Veysibeyzade Nafiz Bey tarafından tamamlanmış ve 1923’te törenle hizmete girmiştir. Üstelik Belediye Konağı’nın balkonu da yoktur. Balkon diye gösterilen yer, 30 çerçeveli menteşesiz camlarla kapalıdır. Açılmaları mümkün değildir. (Bu 30 parçalı cam, 1987 yılında yapılan restorasyon sırasında tek parça cam olarak değiştirilmiştir)
Peki, nerden çıkmaktadır bu yanlışlık? Amasya’yı hiç görmemiş yazarların (isim ve unvanı ne olursa olsun) veya bu konuya merak salanların notlarında yapılan hatalar, o günleri bizzat yaşamış olanların anlatımlarını yanlış değerlendirmelerinden ileri gelmiştir.  Hatıralarda bahsedilen Belediye binası bugünkü tarihi Belediye binası değildir. O tarihlerde Belediye olarak kullanılan bina, Saat Kulesi’nin bitişiğinde yer alan tek katlı ahşap konaktan söz etmektedirler. Mustafa Kemal’de Hükümet Konağı’na geçerken Helkıs Köprüsü (Hükümet Köprüsü) bitişiğindeki Belediye binası önünde toplanan vatandaşları selamlamış ve doğrudan Hükümet Konağı’na geçmişti.
Atatürk 5 yıl sonra Belediye Konağına gelmişti
   Atatürk’ün zaferden sonra 24 Eylül 1924’te üçüncü defa Amasya’ya gelişlerinde bir yıl önce hizmete giren yeni Belediye Konağı’nda misafir edilmiştir.  Bu sebeple bazı yazarların yaptıklarını röportajlarda büyük bir ihtimalle ilk karşılama yerinin tarifi sırasında söz edilen bina ile yeni yapılan Belediye Konağı’nın karıştırılmasından kaynaklanmıştır.
Doğru bilgiler yıllar önce kitaplara geçmişti
Ahmet Demiray’ın  1954 yılında basılan “Resimli Amasya Tarihi” kitabının 135. sayfasında, yine o günleri bizzat yaşamış Nafiz Yetkin’in 15 Haziran 1980’de Kale Dergisi’nde yayınlanan hatıralarında Paşa’nın 1919’da geldiği zaman Hükümet Konağı’nda halka hitaben ilk konuşmasını burada yaptığı kaydedilmiştir.
   Doğrusu da budur.
   Diğeri hikâye…….

--12 Haziran Dergisi/ 12 Haziran 2010,s.9

Amasya’da elektriğin ilk kullanılmaya başlandığı vakit;

  Bugün her türlü alanda kullandığımız elektrik enerjisi Amasya’da bundan 75 yıl önce kullanılmaya başlanmıştı. Bu kullanış biçimi her alanda değildi. Sadece aydınlatma ve Türkiye Radyo Kurumu’nun ajanslarını dinlemek amacıyla kullanılmaktaydı. Bu elektrik enerjisinin kullanımı önceleri sadece varlıklı ailelerin evlerine çekebilecekleri lüks bir ihtiyaçtan ibaretti. 
    Bugün çoğumuzun farkına varmadan kullanımda olduğumuz enerji ancak kesilmesi halinde fark edilmekte ve hayatımızı adeta felç etmektedir. Bu kadar önemli bir “temel ihtiyaç” olan elektrik enerjisi Amasya’da kullanılmaya başlanmasına bir göz atalım. Yaşları 70’lerin üzerinde olanların hâtıralarını yenilemelerine bir kapı açalım…                              
Elektrik ilk defa 1936’da kullanıma başlandı
   Amasya’ya ilk elektrik kullanımı 1936 yılında gerçekleştirilmişti. Alman Simens firması tarafından, şimdiki Örnek Oteli yanındaki meydanda buhar tribünü ile çalışan 100 kw’lık jeneratör kurulmuştur. (Fotoğrafta kırmızı kare içine alınmıştır) Firma sadece buhar tribününü ve jeneratörü monte etmiştir. Daha sonra Hans Mayer isimli Alman vatandaşı da, tribün çıkışından itibaren, İhsaniye Mahallesi, Ahır-önü ve İstasyon Köprü istikametinde ağaç direkler dikerek bu direklerden bakır iletkenler çekerek enerji hattını oluşturmuştur. Dikilen direklere onar direk atlayarak sokak lambaları takılmıştır.    O zamanki halktan, maddi durumu elverişli olan sınırlı sayıda kişi, belediyede kurulan Elektrik İşletmesi Nezaretinde evlerine elektrik bağlatmışlardır.
Abone sayısı az olunca radyo haber saatine göre cereyan verildi.
İlk yıllarda enerjiye olan talebin az olması sebebiyle santral sadece Türkiye Radyo Kurumu’nun haberleri verdiği saat olan 13.00’te yarım saat; akşamları ise mevsime göre 20.00-23.00 arasında jeneratör çalıştırılarak aydınlatma sağlanmıştır.
  Sonraki yıllarda halkın gelir düzeyinin yükselmesiyle birlikte enerjiye talep artmış, jeneratör gücü yeterli olmamış ve her eve 3 lamba 1 priz sınırlaması getirilerek talep karşılanmaya çalışılmıştır.
  1944 yılında 60 beygirlik ikinci bir jeneratör daha ilave edildi. 1949 yılında santral binasına ek olarak 5x12 m ebatlarında bina eklendikten sonra 225 beygir ve 1951 yılında 175 beygir gücünde dizel motorlar eklendi. Böylece şehir elektriği 280 kw lık güce erişti.
Durucasu Hidro Elektrik Santrali
  1955 yılında Durucasu’da yapımı biten Durucasu Hidro Elektrik Santralı sayesinde, eski sanayi mevkiine kurulan 315 KW’lık trafo ile şehrimize elektrik verilmeye başlanmıştır. Aynı dönemde Elektrik İşleri Etüt Dairesi’nin fizibilite çalışmaları tamamlanmış, muhtelif bölgelere kurulan trafolar beslenerek, şehrin tamamına elektrik verilmiştir. Bu sistem,  daha sonraki yıllarda İller Bankası ve Belediye işbirliğiyle daha da genişletilerek Tokat Almus Barajı Hidro Elektrik enerjisinden istifade eden ağa bağlanmıştır.  1970’li yıllardan itibaren şehrimizin elektrik şebekesi ulusal (enterkonnekte) sisteme geçmiştir.
Amasya’nın en önemli konusu
    1947 ile 1949 yılları arasında Amasya’nın en önemli konularından biri durumuna gelen şehrin aydınlatılması çalışmaları valiliğin olduğu kadar belediyenin de öncelikli çalışmaları arasına girmiştir. Şehir merkezinde elektrik üretiminin sağlanması için çalıştırılan dizel motor gücünden daha fazla istifade edebilmek gayretiyle meclis toplantılarının ilk maddesi oldu.  1948 yılının son aylarında başlatılan çalışmalarda  1949 yılı itibariyle şehir içinde elektrik abone sayısını 1000’in üzerine çıkarılması ve elektriği geceli gündüzlü yanar hale gelmesi projelendirilmiştir.
  Mahallelere götürülen elektrik çalışmaları önceleri sadece ağaç elektrik direklerinin dikimi ve sokak aydınlatılmasının sağlanması oldu. Böyle çalışmalar basında sık sık yer aldı ve belediye reisi çalışmalarından ötürü övüldü. İşte buna bir örnek:
Dere Mahalle Elektriğe Kavuştu
   19 Kasım 1948 tarihli Amasya Yeşilyurt Gazetesi’nin ikinci sayfasında Dere Mahallesi’nin elektriğe kavuştuğu başlıklı bir haberde; “Kurulduğu günden beri karanlıklar içerisinde yatan Dere Mahalleyi aydınlatma işini seçildiği günden beri gaye edinen Belediye Başkanımız bu gayesine erişmiş müşmir gayretleriyle Dere Mahallesi aydınlığa kavuşmuştur. Grift birçok sokaklarla beldemizin bir köşesini süsleyen bu mahallenin aydınlığa kavuşmasında Makinist Adil ve Şükrü’nün gayretleri de bilhassa zikredilmeğe değer.
   Dere mahallelilerin yegâne çeşmesinin üzerine bir ampul yerleştirerek halkın çeşme başında da rahatlarını düşünüş güzel jest

Fincana kulp takanlar

Bu nezih kentte, çekememezlik içinde kıvrananlar, kıskançlık hastalığına tutulanlar, belden aşağı vuranlar da çıkmıştır…

    Bu güne kadar Amasya’nın ve  Amasyalı’nın hep iyi tarafını yazdık. Güzellikleri ve güzel taraflarımızı dilimiz döndüğü, kalemimiz yazabildiği ölçüde bildiğimiz veya okuyup da sizlerle aktarma cesaretini bulabildiğimizi sütunlarımıza aldık. Peki hiç mi kötü tarafımız yok?. Başarısızlıklar, beceriksizlikler, kıskançlıklar yok mu? Bir adım öne çıkana çelme takma alışkanlığı olan içi “cıfıt çarşısı” gibi karma karışık olanlarımız yok mu? Bilgisi olmadığı halde her alan da söz sahibi olma hastalığı olanlarımız yok mu?
     Bu gibi soruları daha çok sıralayabiliriz elbette. Bu tür alışkanlığa sahip olanların sayısı da azımsanmayacak kadar çoktur. Bu alışkanlıklarımız sadece günümüz için geçerli değildir. Tarihten gelen bir alışkanlığa sahip olduğumuzun farkında olmalıyız. Başarılı bir grafik çizen iş adamları, din adamları, bürokratlar, komutanlar, âlimler, gazeteciler, yazarlar ve kişiler hakkında öylesine sert dedikodular, iftiralar, karalamalar, fitne-fesat çıkarmalar, çamur atmalar, gözden düşürmeler yaşanmıştır ki duyduğunuz zaman inanmak istemez, okuduğunuz zaman küçük dilinizi yutarsınız. Belden aşağı da vurulmuştur, belden yukarı da.
  Şimdi nerden çıktı bunlar diyenlerimiz vardır.
  Bugüne kadar bu sayfada birçok güzel hadiseyi sizlerle paylaşırken haklı olarak bazı okuyucularımız “Hiç mi olumsuzluklar yaşanmamış bu memlekette.” Eleştiresi ile karşılaştım. Hak veriyorum eleştiren dostlarımıza… Bu topraklarda yaşayanların ortaya koydukları çekememezlik, iftira ve kıskançlıklar üzerine birkaç örnek vermek istiyorum. Amasyalının zaaflarının var olduğunu tarihten vereceğim örneklerle sıralayacağım. Bugünkü uzantılarının hâlâ devam edip etmediği konusunda değerlendirmeyi de sizlere bırakacağım. . 

“Bu da yazılır mı? Bu tür olaylar kişisel olarak dünyanın her yerinde yaşanır, sadece Amasyalı’ya mal edilemez. Bunu neden yazmış ki” diyenlerimiz de olacaktır. "Amasyalı bu kadar eleştirilir mi?" aşağılanır mı? diyenler de olacaktır elbette. Kastımız yaşadığımız kentimizin insanlarını aşağılamak değil, aşağılık hareketleri kendilerine iş edinenlerin de geçmişte ne kadar acımasızca bu memleketin evlatlarını harcadıkları bilinsin istedik… Rekabet yapalım derken bir daha tamir edilmesi mümkün olmayan bir kalbi kırmanın getirdiği tahribatı hatırlatmak istedim. Ben hatırlatmasam da Amasya’da bunlar yaşanmıştır, reddetmemiz imkânsızdır.


Mezar taşındaki rekabet

  Bundan birkaç yıl önce eski Belediye Başkanlarımızdan Gündüz Türem bana bir yazı vermişti. Amasyalıların birbirleri hakkında nasıl rekabet içinde olduklarını tatlı bir muziplikle dile getirmişti.
    Ramazan Bayramı ve Kurban Bayramı’ndan bir gün önce kabir ziyaretleri geleneklerimiz arasında hâlâ sürdürülmektedir. Bu ziyaretler sırasında görülen kimsesiz ve garip mezarları da ziyaret edilir.
   Bir bayram öncesi arefe günü iki Amasyalı epeydir ayrı oldukları Amasya’ya gelirler ve yakınlarının mezarlarını ziyaret ederler. Kabristanlıkta yakınlarının mezarlarını ararlarken bir taraftan da tanıdık bir zevatın mezar taşını görebilir miyiz düşüncesiyle mezar taşlarını okuya okuya giderler. Birden kuytu bir köşede ilginç bir mezar taşını karşılarında bulurlar. Gayet usta olan bir mermercinin elinden çıktığı belli olan kitabesinde
  Ey fâni ben ömrü hayatımda öyle bir kişiydim ki, esen yeli tutar sonra koyverirdim
Bizim ziyaretçiler, burada yatanın hayattayken “bıçağının önü de arkası da kesen”, sözünü geçiren ve gözünü budaktan esirgemeyen bu önemli zevatın mezarı başında fatihayı esirgemezler.    
   Amasya’da nice önemli kişilerin yetiştiğini düşüne düşüne birkaç metre yukarı daha tırmanırlar. Bu sefer karşılarına bir önceki mezarın kitabesinden daha gösterişli olanı çıkar. Kabir taşına kazınan yazı hayretlerini daha da artırır.  Mezar taşında;
   “Ey arkadaş ! Dört mezar altta yatan hergeleye inanıp da önemli bir zat bellemeyesiniz. O bizim Kalaycılar Çarşısı’nın körükçüsüydü. Sabahtan akşama körük çekerdi” cümlesini küçük dillerini yutarcasına okurlar.  "Amasyalının birbirini çekemememizlikleri ta mezar taşlarına kadar uzanmıştır." demekten de kendilerini alamazlar...
  Bu olay Amasya’da vuku bulup bulmadığını bilmiyorum. Ancak, bunu nakledenin bir bildiği vardır… Anlatılanlar boşa değildir…

  Tarihin sayfalarında sıkışıp kalan bir mesele daha vardır. “Amasyalı sana da bir kulp takar”
  Dördüncü Murad zamanıdır. Kahvehanelerde tütün içmek yasaktır. Halkın tek zevki kahve içmektir. Beyni ve zihni dinlendirmiş olmasından dolayı yorgunluk atmak isteyenler hanlarda, hamam soğukluklarında, kahvehanelerde bol köpüklü pişirilen kahveler yudumlarlar.
   İşte bu dönemde İstanbul’daki kahvehanelerden birine giren posta tatarı (postacı) bir fincan kahve ister. Kahveci, yolcunun istediği kıvamdaki ağızlara layık yarı köpürmüş kahveyi masasına bırakır. Posta tatarı kahve  yudumlayacakken fincanın kulpunun kırık olduğunu fark eder. Kulpu kırık fincanlı servisi saygısızlık şeklinde değerlendirir.  Kahveciyi çağırır yanına, kulpu kırık fincanı gösterir ve hizmet şeklini beğenmediğini söyler. Ardından da; “-Sen bu fincanı al Amasya’ya git. Orda bu fincana bir kulp takan çıkar der.
    Bu fıkradan da ortaya çıkan  bir gerçek var ki, o da ne olursa olsun Amasyalı mutlaka eleştirecek, dedikodu yapacak bir konu bulacaktır. Yüzyıllar öncesinde olduğu gibi, bu kötü alışkanlıklar hâlâ sürdürülmektedir.
  -Yok mu?
  -Ben var diyorum....

Nerde saklandı bizim "martdokuzu"

“Eski hesaba göre”     
   Yüzyıllardır devam ettirilen bazı geleneklerimiz yavaş yavaş unutularak, gelecek nesillerimize emanet bir şeyimiz kalmıyor. Bunun endişesini duyuyorum.
   Daha çok eski değil bundan yirmi yıl öncesine kadar Amasya’da bir eğlence ve kutlama geleneğimizden bahsederek o günlere gözlerimizi çevirmek istiyorum. Eskilerin olduğu kadar yaşı otuzun üzerinde olanlar bunu çok rahat hatırlayacaklardır. Mart ayının 22. günü yaşı kemâle erenlerin ifadesiyle “eski hesaba göre” baharın başlangıcı olan günün gelişi Amasya il merkezinde neşe içinde karşılanmaktaydı.

İlk çıkılan yer ; Kırklar Dağı
  Kutlama saati sabah ezanı öncesinde kimilerinin ellerine aldıkları fenerlerle  Kırklar Dağı’nın zirvesine yürüyerek başlatılırdı. Sabahın alaca karanlığında ve iliklerine kadar işleyecek soğuğa aldırış etmeden... Baharın ilk havası ciğerlere çekilerek kan ter içinde kalma pahasına tırmanılırdı. Dağın zirvesine çıkanlar, burada var olduğuna inanılan “mübarek kişilerin” mezarlarının baş ucunda dua ederler, niyette bulunurlardı.   Gençlerin, be-kârların, nişanlıların, evlilerin, ev sahibi olmak, borçlarından kurtulmak isteyenlerin  dileklerini taşlara küçük çalı-çırpı dallarına bağlayacakları bezler, taşları üst üste koyarak ev isteğinde bulunanlar, iyi bir eş bulmak isteyenler ilk günün sevinci ile yola koyulurlardı.
Dilekler kabul olsun…
   Niyet tutmak için, mezar olduğu kabul edilen yığından birer küçük taş alarak kırka tamamlar ve bir torbaya koyarak niyetlenip evine getirerek bir yere asar. Eve getirilen ve belli bir yere asılan taşlar bir yıl bekletilir. İnanışa göre, eğer niyet kabul olursa taş sayısı kırkbir olur, kabul olmazsa aynı sayıda kalır. İster niyetler kabul olsun, ister olmasın mutlaka taş, ertesi yıl  Martdokuzu” günü Kırklar Dağı’na tekrar götürülür ve serpilir. Bundaki amaç bir yılın beklentileri içinde dileklerin yerine gelmesidir. Zira bugün “eski hesaba göre” bahar gelmiştir. Dilekler “Kırklar Dağı’ndaki erenler,  Allah’ın sevgili kulları tarafından” kabul edilecektir. Eğer dilekler bir yıl içerisinde yerine gelmezse umutlar bir dahaki “Martdokuzu” sabahına erte-lenecektir…
Tavşan kanı çaylar teneke semaverlerde demlenir…
  Günün ilk ışıkları ile Amasya Kalesi’nin yeşile bürünmekte olan çimenleri üzerinde binbir çeşitle donatılan nevaleler serilirdi bez dastar lara veya gazete kâğıtlarının üzerine. Renk renk boyanmış yumurtalar…teneke semaverlerde tavşan kanı çaylar demlenmeye bırakılırdı. Patates piyazı, bakır tencerelerde zeytinyağlı dolmalar çıkarılır tahta masalara. Sazlar, darbukalar çalınır, sesine güvenenler elini kulağına atar başlar bir uzun havaya. Genç kızlara teyzeler, yengeler katılır ip atlanır, yakar top oynanır. Cesareti üzerinde toplayanlar yakılan ateşler üzerinde avazı çıktığı kadar bağırarak atlayanların sesi yankılanırdı. İnce belli cam bardaklara çaylar dökülürken maniler söylenir neşenin dozu artırılırdı.
  Genç kızlar ve delikanlılar en güzel elbiselerini giyerlerdi. Zira evlenecekleri kı-zı veya delikanlıyı bu gezi ile eğlence sırasında bulmaları gönüllerini kaptırmamaları içten bile değildi. Erkek anneleri gelin adaylarına göz süzdürürlerdi.
Öğrenciler o gün “kafa izni” kullanırdı.
Okullardaki öğrenciler kızlı erkekli kurdukları gruplarla dersleri “devamsız” yazılma pahasına “kırarlar” O gün okula gitmezlerdi. Talebeler arasında bir kahramanlık sayılan “kafa izni” kullanılırdı.  Bunun farkında olan bazı öğretmenler talebelerin usulsüz vaziyette ortadan kaybolmalarının önüne geçmek maksadıyla sınıfını ortaklaşa pikniğe çıkarırlardı. Bazı okulların “cingöz” öğrencilernini okul idaresinin haberi olmadan “ruhu duymadan” bando trampet takımını bile kaleye çıkardıkları vakidir.
Eğlence yerleri birden fazlaydı
Martdokuzu eğlenceleri sa-dece Kırklar Dağı ve kalede değil şehrin birçok yerinde de yapılırdı. Pirler Parkı, Çakallar, Kurtboğan, İstasyon Parkı, Şeyhcui bağları, Şeyhcui Ormanı, Şirvanlılar Türbesi (Yukarı Türbe) çevresi, Saraydüzü,  Karasu gibi piknik alanları tercih edilirdi.
  Şimdi nerde kaldı bu Kırklar Dağı’na çıkma âdeti. Şahsa münhasır dilek ve temenniler… Her şeyi olduğu gibi bu gelenek ve âdetimizi de unuttuk. Kırklar Dağı’nın kırklarını yalnız bıraktık.

Martdokuzu manileri
  Martdokuzu kutlamaları halk edebiyatımıza da yansımıştır. Akılda kalan bazı manilerimiz şunlardı:

Altın tasın kenarı
İçine sıktım narı

Kırklar’da gördüm

Kalem kaşlı o yâri

Amasya’nın samanı
Gelir dağların dumanı
Ben dileğimi diledim
Martdokuzu bayramı

Gönlüne sevgim aksın
Bu sevgi seni yaksın
Kırklar’da fala baktım
Sen benim olacaksın.

Bu yazı 22 Mart 2010'da Yeşilırmak Gazetesi'nde yayımlanmıştır

Şehzadelerin üzerine oturduk!

   Amasya Tarihi’nde “Narlıbahçe Mezarlığı’nın kuzeybatısında dört taş direk üzerine yapılmış bir kubbeli türbe” diye tarif edilen şehzade mezarlarının yerinin görüldüğü 1920’li yıllarda çekilen fotoğraf ve bu fotoğraftan bir detay

   Amasya’yı tanıtırken “Elma” hem de “misket” olanı ilk akla gelen unsurudur. Bununla birlikte Amasya’nın tarih ile bağlantısı yapılırken “Şehzadeler Şehri ilâve edilir.  Tarihçilerin ve siyasetçilerin gözüyle Amasya; “Şehzadeler şehridir. Amasya’ nın tanıtımında da önemli bir yer tutar. Onurlanırız, kıvanç duyarız. Sempozyumlar düzenler, toplantılarda söze başlarken şehzadelerden dem vururuz. Peki bu şehzadeler şimdi nerede? Gerçi bazıları saltanat tahtında Osmanlı’nın ve Hilafetin başı olma şansını elde etmiş, İslâm inancı ile kılıç sallamıştır. Amasya’da kalıp da çocuk yaşta hayata veda eden Osmanlı şehzadelerinin mezarları şimdi nice olmuştur… Söylemek dilimize varmıyor ama kelimenin tam anlamıyla mezarlarının “üzerine oturmuşuz”
  Şehzadeler şehrinde şehzade mezarı veya mezarlığı bir kenara içinde dua edilecek bir türbe bile yok. Şehircilik uğruna şehzadeleri feda etmiş, sonra da şehrin onuru olarak “Şehzadeler Şehri” demişiz. Bir yerde şehzade mezarlarına bile sahip çıkamayıp kahrolmamız gerekirken diğer taraftan olmayan şehzadelerin manevi şahsiyetinde “onur âbidesi” gibi sarılmışız.     
   Bizim çocukluğumuzda Narlıbahçe Çeşmesi’nin karşısında yol seviyesinden 3 veya 4 metre kadar  derinlikte “Şehzadeler Mezarlığı” diye gösterilen bir mekân vardı. Yeşil otların arasında beyaz mermer taş-lardan hazırlanmış başuçlarında sarık yerleştirilmiş mezar taşlarını yukardan merakla seyrederdik. Sonraları bu mezarlık, imara açılan arsa değerinde beton binanın temelleri arasında kayboldu gitti. Büyük bir ihtimalle birer sanat eseri olan mezar taşları kırılıp inşaatın temelinde dolgu taşı olarak kullanıldı.
   Halbu ki,  Hüseyin Hüsameddin Efendi Amasya Tarihi’nde buradaki mezarlıkta Sultan Çelebi, Yıldırım Bayezid’in torunu Süleyman Çelebi’nin oğulları Mehmed Şah Çelebi ile Mustafa Çelebi’nin buraya defnedildiği yönünde bilgiler vermişti.
  Üzerine oturduğumuz ve-ya oturtulduğumuz şehzadelerden medet umarcasına sesimizi yükselterek “Amasya Şehzadelere Şehridir” diyebiliyoruz.
  Peki nerede yüzlerce yıldır Amasya’da ikamet eden şehzadelerin ve can paresi evlâtlarının mezarları?
 Bir tarih zenginliği içerisinde kucağımıza bırakılan, emanet edilen şehzadelerin toprakla dolmuş mezarlarına bile sahip olamamışız. Ayakta kalanların mezar taşlarına vurulan demir balyoz ile kırıp kenara fırlatılmış. Taşı parçalanan mezarların üzerine beton bloklar dikip üzerine oturulmuş.
   Şimdilerde soruluyor. O kadar sempozyum ve tanıtım ile şehzadeler şehri diye gururlanırken “Sizin şehzadeleriniz nerede?” sorusu ile karşı karşıya geliyoruz. Yutkunup bir mezar yeri aramaya başlıyoruz, “affedersiniz üzerine oturmuşuz” diyemiyoruz.
   Her zaman sığındığımız, bir bilgi kırpıntısı buluruz diye her sayfasında her satırında göz gezdirdiğimiz merhum Abdizade Hüseyin Hüsameddin Efendi’nin “Amasya Tarihi” ile Osman Fevzi Olcay’ın yazdığı Amasya kitaplarında şehzade mezarlarından açık açık bahsedilmektedir.     
   Önce Hüseyin Hüsamed-din Efendi’nin bilgilerine göz atmakta fayda var; Müellifimiz diyor ki; “Narlıbahçe Mezarlığı’nın kuzeybatısında dört taş direk üzerine yapılmış bir kubbeli türbe olup Amasya’da gömülü olduğu Behçetü’l Tevarih’te yazılı İkinci Sultan Murad’ın ilk şehzadesi Ahmed buradadır”
Ayrıca “Şehzadegâh Türbesi”nin varlığından da bahsedilmektedir. Bu türbenin yerini de şu şekilde tarif edilmiştir. “Şemice Mahallesi’nin (Bugün Üçler Mahallesi’nin alt bölümleri- Müzenin arka kısmı) kuzeyindeki Hacıilyas Mahallesi’nde İne Han tarafına giden yolun batı tarafında köşe başında. Bu da dört taş direk üzerinde bir sağlam kubbedir. Birkaç defa onarılmıştır. İçinde Çelebi Sultan Mehmed’in Şehzadesi Kasım Çelebi, Sultan Bayezid’in şehzadesi Mehmed Çelebi ve Şehzade Mustafa Çelebi’nin gömülü olduklarını kitabeleri göstermektedir” şeklinde bilgi vermiştir.
   Amasya’da imarlaşmaya  yönelik parselasyon çalışmaları hız kazandığı vakit yol açımı sırasında Narlıbahçe Mezarlığ tamamen ortadan kaldırılırken şehzadeler ait mezarlar harap hale getirilmişti. Yıllarca nalbant dükkânı olarak kullanıldığını hatırlayanlar, türbenin içinde boynundan bir ip ile boğulduğunu gösteren mezar taşının varlığından sıkça bahsederlerdi.
   1938 ve takip eden yıllarda zamanın valisi Talat Öncel tarafından Amasya’ nın yeniden planlanması gayretiyle kimsenin izah edemeyeceği bir sebepten tarih kokan mezarlıklar düzlendi. Hatta aralarında Pir İlyas Mezarlığı’nda çok önemli şahsiyetlerin mezarları kaldırıldı, sahipsiz olanları gerekçesiyle tahrip edildi ve savruldular. Buradan sökülen ve dağıtılan mezar taşları bu çevredeki bazı evlerin bahçe duvarlarına dolgu taşı olarak kullanıldı. Bu taşlar, üzerindeki Kelime-i tevhit yazılarıyla hâlâ durmaktadır.

Şehzadelerden geriye kalanlar
   Amasya’da 27 yıl Sancakbeyliği yapan Sultan Bayezid’in kendi adına bir cami yaptırarak Amasyalılara duyduğu muhabbeti perçinlemiştir. Fakat şehzadelerden görünür ve elle tutulur hâtırlarından günümüze kadar ulaşan sadece bir mezar “Şehzade Osman Türbesi” kalmıştır. Onunda içinde görülebilecek bir sandukası bile yoktur.

Geçmişin idarecilerine cevap;
  Şehzadelerin hatıralarının yaşatılması kastı ile Saraydüzü Kışlası bahçesine 1916 yılında mermer bir anıt dikildi.
  2003 yılında zamanın Belediye Başkanı Hüseyin Baş tarafından da Amasya’da valilik yapan ve Amasya’da dünyaya gelen Osmanlı şehzadelerinin büstleri yaptırılarak Yeşilırmak kenarındaki gezi yoluna yerleştirildi. 2006 yılında da Belediye Başkanı İsmet Özarslan Belediye Meclis kararı ile gezi yolunun adını “Şehzadeler Gezi Yolu” olarak tescilledi. 2008’de Amasya Valisi Celalettin Lekesiz tarafından da şehzadelerimizin heykellerinin toplandığı “Şehzadeler Müzesi” adı altında bir müze kuruldu.
  Yapılan bu sahiplenmelerle beraber, şehzadelerin hatıralarını silen geçmişin idarecilerine de bir cevap verilmiş oldu.

Ferhat ile Şirin efsanemizin iki ayrı anlatımı

  Amasya ölümsüz aşkları ile sembolleşen Ferhat ile Şirin’in yaşadığı topraklar olarak bilinmektedir. Şirin’e olan sevdası uğruna kilometrelerce uzunlukta dağları delerek, suyu getiren Ferhat’ın sevdası hâlâ Amasya’da yaşamaktadır. Bu sevdanın işareti “Ferhat Su Kanalı” binlerce yıldır Amasya’nın boğazında bir gerdanlık gibi durmaktadır. Ve bir efsane anlatılır… yüzyıllardır dilden dile aktarılır.

   Ferhat ile Şirin üzerine nice şiirler yazılmıştır. Şarkılarda, türkülerde beste olup seslendirilmiştir. Hikâyelere ve romanlara konu olarak kitaplaşmıştır. Beyaz perdede film olup seyirci karşına çıkmıştır. Opera ve Bale ile birlikte Tiyatro sahnesine taşınarak perde açmıştır. Kısacası Ferhat ile Şirin, ölümsüz aşkların en güzel örneklemesi olmuştur.  Tabi her yazar efsaneyi kendine göre yorumlamıştır. Bu farklı anlatımlara bir örnekte yaklaşık 200 yıl önce Amasya’ya gelen Victor Fontainer’in dinleyip aktardığı hikâye genelde bilinenin dışında bir anlatımla kaleme alınmıştır. Birbirinden farklı anlatımda yazılan iki hikâyeyi buraya alıyorum. 

 Birinci anlatım;
    “Ferhat, bir yiğit delikanlıdır. Nakkaşlık yapar, köşkler saraylar süsler. Yaptığı eserlere bakanı hayrete düşürür, dudaklarını ısırttırırmış. Ama Ferhat’ın fırçasından dökülen güzellikler hep Şirin içinmiş, böyle derler. Şirin Amasya Sultanı Mehmene Banu’nun kız kardeşidir. Her iki genç birbirlerine sevdalanmışlardır bir bakışta. Gizliden gizliye buluşurlar.Zamanı gelince de Ferhat,Şirin’i istetmek için dünürcü gönderir. Mehmene Banu kız kardeşini vermek is temez. İşi zora sokmak maksadıyla olmayacak bir iş ister. “Su sıkıntısı çekilen şehrimize suyu getir, Şirin'i vereyim” der. En yakın su kaynağı, Elma Dağı denen uzak mı uzak yerdedir. Ferhat'ın gönlündeki Şirin aşkı bu zorluğu dinler mi. Alır eline külüngü, vurur kayaların böğrüne böğrüne. Mehmene Banu bakar ki kız kardeşi elden gidecek, sinsi sinsi planlar kurar. Ne olursa olsun Şirin'i, Ferhat'a vermeyecektir. Sonunda bulur çareyi. Bir yaşlı kadını Ferhat'ın yanına yollar. Yaşlı kadın açılan su kanallarını takip ederek, külüngün sesini dinleyerek Ferhat’ı bulur. Ferhat’ın dağları delen külüngünün sesi yaşlı kadını korkutur. Acı acı güler yaşlı kadın, sonra da sesini yükselterek:
  “-Ne vurursun kayalara böyle hırsla, Şirin'in öldü. Bak sana helvasını getirdim " der.  Ferhat bu sözlerle beyninden vurulmuşa döner. 
    "-Şirin yoksa dünyada yaşamak bana haramdır!” der. Dağları deldiği demir külüngü havaya atar. Külünk gelir başının üzerine bütün ağırlığıyla oturur, Ferhat'ın başı döner, dünyaları yıkılır..  "Şirin……!" diye bağırması yankılanır kayalarda. Sonra sesi kesilir…
    Yaşlı kadın saraya koşar, Ferhat’ın öldüğünü haber verir. Söylenenleri duyan Şirin, acıyla koşar kayalıklara, bakar ki Ferhat cansız yatıyor. Şirin de hiç düşünmeden atar kendini kayalıklardan aşağıya. Cansız vücudu uzanır, Ferhat'ın yanına boylu boyunca. Dünyada murat alamadan ölen iki genci, ölüme gittikleri yerde yan yana gömerler.
     Derler ki, her bahar iki mezar üzerinde iki gül bitermiş. Tam güller kavuşacakken iki mezar ortasından çıkan karaçalı iki gülün birbiri ile buluşmasını engellermiş.

İkinci anlatım….
    1827 yılının Temmuz ayı ortalarında Tokat yönünden Amasya’ya gelen Victor Fontainer Amasya’nın sosyal yaşamı ve tarihi eserleri hakkında çok ilginç bilgiler aktarmıştır. Bu arada yaygın şekilde bilinen Ferhat ile Şirin Efsanesini çok farklı bir şekilde kaleme almıştır. Amasyalılardan dinlediği bu hikâyeyi şöyle anlatmaktadır.
   “Derler ki; Bir Türk genci çok zengin kâhin bir Ermeni değirmencinin kızına sevdalanır. Kızı babasından ister. Değirmenci baba yukarıdaki dağdan yeni yapacağı bir değirmeni döndürmek için kayaları yontarak bir kanal açıp suyu getirirse kızını delikanlı ile evlendireceğine söz verir. Türk genci büyük bir istekle kanalı oymaya, kayaları kırmağa başlar. Zorlu bir çalışmadan sonra işini tamamlayıp suyu değirmene akıtır. Artık sıra sevdalısına kavuşmağa gelmiştir. Fakat genç kız ondan Hıristiyan olmasını istemiştir. Fakat Türk genci bunu kabul etmemiştir. Bu kez de delikanlının diğer taşcı mermerci arkadaşları başına toplanarak onunla alay edip küçük düşürmüşler. Talihsiz genç terkedilmişliğin, alay konusu olmanın acısına dayanamayıp, kendisini kayalıklardan aşağı bırakmıştır.”

  Aşk aynı aşk, aşkı besleyen kaynak aynı su, ancak anlatım farklı. İki ayrı bakıştan bir aşk hikâyesi. Fakat ikinci anlatımda aşk hikâyesinin kahramanlarının isimleri meçhüldür. Delikanlı hayatına kasteder, fakat genç kızın akibeti belirtilmemiştir.
 
  Hangisi daha güzel diye sorulacak olursa
  Karar okuyucuya bırakılmıştır. ...