27 Ocak 2011 Perşembe

Foto Ekrem'in kravatları

Kravatsızlara kravat takmayı öğreten usta fotoğrafçımız üzerine bir sohbet ve sonrası…

     “En az, on beş yıllık kravatlarım hep aynıymış, hiç eskitmeden kullanmışım veya hep aynı desenden almışım.”

   Amasya Tarihi konusunda ilk nüveleri aldığım Tarih Öğretmeni Yalçın Özalp, böyle başlamıştı, o hoş sohbetlerinin birine. Öyle tatlı anlatıyordu ki, kendisinden zevkle dinlediğim Amasya hikayeleri arasına gençlik dönemini sıkıştırı vermişti. Dudakları belli belirsiz tebessümle kıvrılmıştı. Kalın çerçeveli gözlüğünü, işaret parmağının ucu ile burnunun üzerine iyice oturttuktan sonra da devam etti. “Aslında ben orta okul yıllarımdan itibaren kravatlarımı boynumda değil de, pantolonumun arka cebinde taşırdım. Bir şeyi bağlamak için hazır ip gibiydi. Çoğu zaman da kitap ve defterlerimi kravatla bağlar elimde sallayarak eve giderdim. Bu sebeple,  az azar işitmedim babamdan.”
    Yalçın Hoca, sık sık çocukluğunda Amasya’da yaptığı yaramazlıklardan söz ettiği zaman ayrı bir haz alıyordu. Ama sehpa üzerine yaydığı değişik zamanlarda çekindiği üç adet vesikalık fotoğraflara bakarak hatırladığı o çocukluk  ve gençlik döneminden şimdi muziplikle karışık bir espriyi yakalamıştı. Vesikalık fotoğraflarını bana uzattı. “Bak bakalım ortak bir şey görüyor musun?” diye ekledi. Vesikalıklar en az on, bilemedin  on beş yıl arayla çekinilmişti. Yüz aynı yüz... bakışlar aynıydı. Bir de özenle taranmış, önleri suyla ıslatılmış saçlar... Ben konunun nereye dayanacağını kestirmeye çalışırken, garson önümüzde duran sehpa üzerine iki sıcak çay bıraktı.
       Çay sohbetin tadını getiriyor, ama demli, şöyle tavşankanı olacak” dedi Hoca. Lafa fazla su karıştırmadan, çayına attığı tek şekeri karıştırmaya başladı. Daha şekerin erimesini beklemeden bir yudum çekti. Söyleyeceği hatırasına büyük bir özen göstererek devam etmeyi tercih etti.
   “Eski vesikalık fotoğraflarımda gördüğün kravatlarımın hepsi aynı” diye müdahale etti. Gülerek  Kravatlarımın aynı olması sağlamlığından ileri gelmedi.  Ne o kravat sağlamdı, ne de benim ambalaj ipi gibi taşıdığım kravatımdı. Amasya’da kim “Foto Ekrem”e ait fotoğrafhaneye gidip vesikalık fotoğraf çekinse, hepsinin boynuna takacağı kravatı aynıydı. Ben de ne zaman vesikalık çekinsem, boynuma geçirdiğim kravat, Foto Ekrem’in stüdyosunda  emrimize amâde duran o kravatı takardım. En az on beş yıl içinde çekindiğim fotoğraflarımda görülen kravatın aynı olmasındaki sır işte bu. Gömleğimin iki yakasını bir araya getiren “Foto Ekrem’in alameti farikası” olan kravatın, on beş yıl arayla değişmediği gibi, Foto Ekrem de yeni bir kravat alma ihtiyacı duymamıştı yıllarca. Tâki stüdyoda asıldığı yerden çalınana kadar...” dedi. Sanki kravatın çalınmasından büyük bir hüzün duymuştu. Elinde tuttuğu vesikalıktan gözünü bir ara gözlerime kaydırdı. “Daha çok fotoğrafıma aksesuar olacaktı, ama müsaade etmediler işte...” diye tamamladı konuşmasını.
   Yalçın Hoca, bu sefer sanki dertlenmişti. Gözleri karşıdaki Çakallar mevkiine doğru kaydı.. Gözlük camının altından gözlerini kıstığını hissettim. Eskilerden çıkıp günümüze gelmesini bekledim. Ama o daldığı geçmişten bir müddet çıkıp zamanımıza, sehpa üzerindeki çaylarımıza dönmesi biraz uzun sürdü.
   İki parmağının arasına sıkıştırdığı vesikalık fotoğrafını, sehpa üzerinde bıraktığı diğer iki vesikalıkla birlikte, not defterin arasına tekrar koydu. Not Defterini ambalaj lastiği ile sıkıştırdı. Cebine yerleştirdi. Elinde saklayamadığı titreme başladı. O ise, titreyen eline aldırış etmeden yarı soğumuş çayını yeniden karıştırdı. Uzun bir yudum çekti.
   Gençliğimizi işte böyle çektik içimize, sonunda gençliğimizi bitirdik herkesin önünde... Boynumuza taktığımız Foto Ekrem’in kravatı gibi, gençliğimizin emanet olduğunu çok geç anladık....” cümleleri dökülüverdi hüzünle karışmış olarak.
   Hayat buydu. Hayat çay bardağında eriyen bir küp şeker gibiydi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder